Yapay Zekâ, İnsan Sezgisinin Sırrı ve Akıl Yürütme
Yapay zekâ üzerine yapılan tartışmaların en derin sorusu, aslında basit gibi görünen bir noktada düğümlenir: Makineler düşünebilir mi? Alan Turing’in bundan yetmiş yıl önce ortaya attığı bu soru, bugün hâlâ bütün cazibesiyle önümüzde duruyor. Çünkü mesele yalnızca bilgisayarların ne kadar hızlı hesap yaptığı değil, insan zihninin özüne dair bir arayıştır.
İnsan aklının en dikkat çekici özelliği, adım adım mantıksal çıkarımlardan çok daha fazlasına sahip olmasıdır. Çoğu zaman kararlarımızı, uzun hesaplamalara dayalı akıl yürütmelerle değil, sezgilerimizle alırız. Bu sezgi, yalnızca bilinçdışının bir ürünü değil; deneyimler, duygular ve öğrenilmiş değerlerin harmanlanmasıyla ortaya çıkan “sessiz bir bilgeliktir”.
Bir doktorun hastasına bakar bakmaz doğru tanıya yaklaşabilmesi, bir satranç ustasının tahtadaki onlarca olasılığı hesaplamadan “doğru hamleyi” hissedebilmesi ya da bir annenin çocuğunun ağlamasındaki farklı tonu anında kavrayabilmesi… Bunlar, insan sezgisinin akıl yürütmeye sığmayan ama bir o kadar güçlü yansımalarıdır.
Yapay zekânın geldiği nokta, gerçekten şaşırtıcıdır. Büyük veriler üzerinde karmaşık çıkarımlar yapabilmekte, olasılık hesaplarını saniyeler içinde tamamlamakta ve kimi alanlarda insanı geride bırakmaktadır. Ancak burada kritik bir soru vardır: Hesaplama ile düşünme aynı şey midir?
Bir yapay zekâ modeli, milyonlarca satranç hamlesini saniyeler içinde değerlendirebilir; fakat oyunun “güzelliğini” hissedebilir mi? Bir tıp algoritması doğru teşhise ulaşabilir; fakat “insanın acısını” sezebilir mi? İşte bu fark, hesaplamanın ötesinde, bilincin ve sezginin alanına işaret eder.
Bilgisayarların yaşadığı “kombinatoryal patlama” aslında yalnızca teknik bir sorun değil, aynı zamanda felsefi bir simgedir. Makineler ihtimalleri tek tek taramak zorunda kalırken, insan zihni bu sonsuz olasılık denizinde bir kestirme bulur. Belki de sezgi, bu kestirmenin adıdır. İnsanın bu yetisi, evrimsel süreçlerin, kültürel birikimlerin ve kişisel deneyimlerin iç içe geçtiği çok boyutlu bir mirastır.
Felsefi açıdan mesele, yapay zekânın yalnızca dış dünyayı modelleyip modelleyemeyeceği değil, aynı zamanda “içsel bir deneyime” sahip olup olamayacağıdır. Eğer düşünmek, yalnızca semboller üzerinde işlem yapmaksa makineler bunu zaten yapıyor. Ama düşünmek aynı zamanda hissetmek, değer atfetmek ve anlam aramak ise, o hâlde makineler hâlâ “zihnin eşiğinde” beklemektedir.
İnsan sezgisi ile yapay zekânın hesaplama gücü arasında çizilen bu sınır, aslında bize şunu hatırlatıyor: Teknoloji ilerledikçe insanın en kıymetli yönleri daha da görünür hâle geliyor. Bilinç, sezgi, merhamet, yaratıcılık… Bunlar yalnızca algoritmalarla ölçülemeyen değerlerdir.
Gelecekte yapay zekâ belki bu alanlarda da ilerlemeler kaydedecek; ancak insan sezgisinin kaynağı, yalnızca nöronların elektriksel faaliyetleri değil, aynı zamanda varoluşun kendisidir.
Sonuç
Bugün geldiğimiz noktada, yapay zekâ insan zihninin bazı yollarını kopyalamakta, hatta bazen hız açısından onu geride bırakmaktadır. Fakat hâlâ zihnin tüm haritası çizilmiş değildir. İnsan sezgisi, hâlâ bilimle tam açıklanamayan, ama hayatın en önemli rehberi olan bir sırdır.
Belki de asıl mesele, makinelerin ne kadar düşünebileceği değil; insanların kendi düşünme, sezgi ve bilinç kapasitelerinin farkına ne kadar varabildiğidir. Çünkü teknolojinin ufku genişledikçe, insan olmanın anlamı yeniden sorulmaktadır.
Saygılarımla
Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
YORUM YAP