YAZARLAR

16 Aralık 2025 Salı, 00:00

Sessiz Yenilgi: Öğrenilmiş Çaresizlik Üzerine Bir İnsanlık Hâli

İnsan, teknoloji ve toplum ekseninde bir vicdan notu.

Bazen insan, hayatla kavga etmeyi bırakır. Ne bir isyan vardır ne de yüksek sesli bir vazgeçiş… Sadece içten içe sönen bir çaba, yavaş yavaş çekilen sular gibi bir umut kalır geriye. İşte tam da bu noktada, adı konulmamış ama etkisi derin bir ruh hâliyle karşı karşıya kalırız: Öğrenilmiş çaresizlik.

 


Öğrenilmiş çaresizlik; bireyin bir kez değil, defalarca başarısızlığa uğramasıyla başlar. Önce “olmadı” denir, sonra “yine olmadı”… En sonunda ise “zaten olmayacak” cümlesi yerleşir zihne. Bu, basit bir moral bozukluğu değildir. İnsanın kendi gücüne, iradesine ve geleceğine dair inancını yitirmesidir. Kişi, yaşadığı başarısızlıkları belirli koşullara değil, kendisine mal eder. Zamanla her kapının yüzüne kapalı olduğuna ve hiç açılmayacağına inanır ve çabalamayı anlamsız bulur. Asıl tehlike de burada başlar; çünkü öğrenilmiş çaresizlik, insanı sadece başarısızlığa değil, pasifliğe de mahkûm eder.

Uzun süre emek verip karşılığını alamayan birey, bir süre sonra mücadele etmeyi bırakır. Hayatla kurduğu ilişki değişir. Artık denemek yerine geri çekilmeyi, konuşmak yerine susmayı, üretmek yerine beklemeyi tercih eder. Başarısızlık bir sonuç olmaktan çıkar; bir kader olarak algılanmaya başlanır. Bu noktada kişi yalnızca dış dünyaya değil, kendi iç dünyasına da sırtını döner. Potansiyelini görmez, yeteneklerini küçümser ve kendisini edilgen bir varlık olarak konumlandırır. Oysa insan, umutla ayakta duran bir varlıktır. Umut kaybolduğunda, sadece hedefler değil, insanın kendisi de yavaş yavaş silinir.

Öğrenilmiş çaresizlik ile depresyon arasındaki bağ, bilimsel olduğu kadar insani açıdan da sarsıcıdır. Kontrol edilemeyen olumsuzluklar karşısında sürekli yenilgi yaşayan birey, zamanla “ne yaparsam yapayım sonuç değişmeyecek” düşüncesine teslim olur. Bu düşünce, depresyonun en güçlü besin kaynaklarından biridir. Motivasyon kaybı, umutsuzluk, hayattan zevk alamama, karamsar düşünce yapısı bir anda ortaya çıkmaz; iç içe geçen bir döngünün ürünüdür. Öğrenilmiş çaresizlik depresyonu besler, depresyon ise çaresizlik duygusunu daha da derinleştirir ve birey kendi zihninin içine hapsolur. Bu hâl yalnızca psikolojik değildir; sosyal ilişkiler zayıflar, birey içine kapanır, bahaneler çoğalır. Bir zamanlar keyif alınan işler anlamsızlaşır; uyku düzeni bozulur, iştah değişir, performans düşer. Hayat, mekanik bir tekrar hâline gelir.

Öğrenilmiş çaresizlik yaşayan insanlar çoğu zaman fark edilmez. Çünkü bağırmazlar, şikâyet etmezler, talepte bulunmazlar; sadece sessizce geri çekilirler. Toplum olarak en çok da bu sessizliği dikkatimizden kaçırırız. Oysa her pasif davranış, bir zamanlar verilen ama karşılıksız kalan yoğun bir mücadelenin sonucudur. Bu durum bireysel olduğu kadar toplumsal bir meseledir. Eğitimde, iş hayatında, aile yapısında ve sosyal adalet duygusunun zedelendiği her yerde öğrenilmiş çaresizlik filizlenir. Sürekli kaybeden, sürekli görmezden gelinen bireyler bir süre sonra denemekten vazgeçerler. Bu ise bir toplumun en büyük kaybıdır: İnsan iradesinin törpülenmesi.

Çaresizlik öğrenildiyse, umut da yeniden öğrenilebilir. Çünkü insan, yalnızca yaşadıklarının toplamı değil; onlara verdiği anlamla da var olan bir varlıktır. Yenilgi, tek başına insanı tüketmez; yenilginin mutlak ve kaçınılmaz olduğuna dair inanç tüketir. Bu nedenle ilk kırılma noktası, bireyin yaşadığı başarısızlıkları evrensel bir kader hâline getirmeyi bırakmasıdır. Her başarısızlık, varoluşun kişiye yönelttiği nihai bir hüküm değildir. Zira hayat, sabit sonuçlardan değil; değişken ihtimallerden oluşur. Koşullar değişir, zaman başka bir anlam üretir, insan ise bütün bunların ortasında, kendisini yeniden yorumlayabilen tek varlıktır.

Bu bağlamda umut, naif bir beklenti değil; insanın geleceğe dair anlam üretme iradesidir. Umut etmek, sonucu garanti altına almak değil; belirsizliğe rağmen, durmamayı, yürümeyi seçmektir. İnsanın yeniden ayağa kalkabilmesi, büyük anlatılardan ya da sarsıcı dönüşlerden önce, küçük ve fark edilen eylemlerle başlar. Çünkü insan, “başardım” demekten çok, “etki edebiliyorum” duygusuna ihtiyaç duyar. En küçük müdahale, en sınırlı kontrol alanı bile, varoluşun edilgenliğinden çıkışın kapısını aralar. Böylece insan, nesne olmaktan özne olmaya doğru yeniden bir yön bulur.

Ne var ki bu yön bulma süreci, salt bireysel bir iç hesaplaşma değildir. İnsan, ontolojik olarak ilişkiseldir; başkasıyla var olur, başkasıyla anlam kazanır. Öğrenilmiş çaresizliğin en ağır yükü, yalnızlık duygusudur. Görülmeyen insan, zamanla kendisini de göremez hâle gelir. Anlaşılmak, yalnızca psikolojik bir rahatlama değil; varoluşsal bir tanınmadır. Bir insanın sesinin başka bir insanda yankı bulması, “buradayım” demenin en gerçek karşılığıdır.

Bu nedenle destek, bir lütuf değil; insan olmanın karşılıklı sorumluluğudur. Umut, çoğu zaman bireyin içinden kendiliğinden doğmaz; başka bir insanın bakışında, sözünde ya da sessizce sunduğu varlıkta filizlenir. Ve belki de bu yüzden, çaresizliğin gerçek karşıtı başarı değil; insanın yeniden anlamlı bir ilişki kurabilmesidir. Çünkü insan, ancak anlam bulduğunda dayanabilir; dayanabildiğinde ise umut etmeyi yeniden öğrenir.

Son Söz

Öğrenilmiş çaresizlik bir zayıflık değildir; uzun süreli ihmalin, sistematik haksızlıkların ve kronikleşmiş umutsuzluğun insanda bıraktığı derin bir yaradır. Bu yara, tek bir yenilginin değil; defalarca yok sayılmanın, görmezden gelinmenin ve karşılıksız bırakılmanın sonucudur. İnsan, tekrar eden adaletsizlikler karşısında sadece gücünü değil, zamanla itiraz etme iradesini de yitirir. Bu nedenle öğrenilmiş çaresizlik, bireyin eksikliğinden çok, toplumun ihmallerinin aynasıdır.

Bu hakikat, çözümün de yalnızca bireyin omuzlarına yüklenemeyeceğini açıkça ortaya koyar. İnsandan sürekli dayanmasını bekleyen ama onu güçlendirecek zeminleri kurmayan her yaklaşım, etik açıdan sorunludur. Aile, bireyi koşulsuz kabul eden ilk güven alanı olmak zorundadır. Eğitim sistemi, itaati değil düşünmeyi; korkuyu değil cesareti beslemelidir. İş hayatı, insanı tüketen değil, emeğini onurlandıran bir düzen üzerine kurulmalıdır. Sosyal politikalar ise yardım dağıtan mekanizmalar olmanın ötesine geçerek, bireyin kendisini değerli ve etkili hissedeceği adil yapılar üretmelidir. Çünkü insan, ancak adalet duygusu içinde var olabilir.

Umut bu bağlamda romantik bir beklenti değil; insanın varoluşsal ve etik bir hakkıdır. Umut, bireyin geleceğe tutunabilmesi için gerekli en temel zemindir. Bu zemin ortadan kalktığında, toplum yalnızca mutsuz bireyler değil; sessiz, edilgen ve kaderine razı kitleler üretir. Oysa insan, yalnızca hayatta kalmak için değil; anlam bulmak, katkı sunmak ve görülmek için yaşar. Umudun olmadığı yerde, insan da yavaş yavaş kendisinden vazgeçer.

Bu nedenle hiçbir insan, çaresizliği kader sanacak kadar yalnız bırakılmamalıdır. Yalnızlık, öğrenilmiş çaresizliğin en derin ve en görünmez biçimidir. Bir insanın görülmesi, sesinin duyulması ve hesaba katılması; onun yeniden ayağa kalkabilmesi için çoğu zaman yeterlidir. Toplumun gerçek sorumluluğu da tam olarak burada başlar: İnsanı düşüşüyle değil, yeniden ayağa kalkma ihtimaliyle değerlendiren bir vicdan inşa etmek. Çünkü umut, bireysel bir lütuf değil; kolektif bir sorumluluktur ve bir toplum, her bir tekil insanına umut borçludur.

Saygılarımla

Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı

 

 

YORUM YAP

Yorumu Gönder

YORUMLAR (0)