Bosna’nın Vicdanı, İnsanlığın Bilgesi: Aliya İzzetbegoviç’in Ardından
Bosna’nın sisler içinde kaybolan vadilerinde, yanmış şehirlerinin küllerinde ve sürgün yollarına mahkûm edilmiş masumlarının belleğinde O, bir gölge değil; kökleri asırlara uzanan heybetli bir çınar, ahlâkın insan bedenine bürünmüş hâli, insanlığın vicdanla imtihanıdır. Bir milletin yapayalnız bırakıldığı yerde, dünyanın kör ve sağır kaldığında bile insan kalabilmenin mümkün olduğunu tüm cihana gösteren o bilge önder: Aliya İzzetbegoviç.

Bugün geriye dönüp baktığımızda onun hayatı, sıradan bir devlet adamının biyografisi değildir. Aliya’nın yaşamı, insanın zulüm karşısındaki imtihanının insan kalabilme hâlidir. Öfkesiz direnişin, intikamsız mücadelenin, gücünü ahlaktan alan bir liderliğin anlam bulmuş hâlidir. O, düşünceyle siyaseti, inançla özgürlüğü, vicdanla gücü aynı potada eritmeyi başarabilmiş ender insanlardan biridir.
1925 yılının sıcak bir yaz sabahında Bosna’nın küçük bir kasabasında dünyaya gelen Aliya, aslında Balkanların çok daha eski bir hikâyesinin devamıydı. Ailesi, Osmanlı’nın Rumeli’de bıraktığı yüzyıllık hüzünlü miraslardan birine dayanıyordu. Dedesi Alija’nın, Birinci Dünya Savaşı'nın karmaşası içinde kırk Sırp rehineyi kurtararak gösterdiği cesaret, Aliya’nın karakterine kazınmış ahlaki bir menzildi. O cümlesi, hem dedesinin hem de kendi hayatının özetiydi: "Gerçek insanlık, bize kötülük yapmış kişilere bile merhamet gösterebilmekdir.”
Evlerindeki sessizlik, babasının savaş hatırası olarak kalan yaraları, yokluk içinde bile dimdik duran bir onur… Aliya’yı daha çocuk yaşta olgunlaştıran, gerçek yaşam şartları olan okul buydu. Saraybosna’ya taşındığında "seküler" bir eğitim aldı; ancak gönlü hep kitaplara, insanın varoluş sancılarına, inanç ve akıl arasındaki köprüye yöneldi. Bergson’dan Kant’a, Dostoyevski’den Gazali’ye uzanan geniş bir okuma dünyası onu sıradan bir hukuk öğrencisi olmaktan çıkarıp Balkanlar’ın en entelektüel liderine dönüştürdü.
II. Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde fikirleri nedeniyle suçlanan genç Aliya, 1946’da ilk kez hapse girdi. Asıl ağır hapis cezasını ise 1983’te yayımladığı “İslami Manifesto” sebebiyle aldı. Komünist rejimin baskıcı zihniyeti karşısında silaha değil; düşünceye sarıldı. Demir parmaklıklar ardındaki yıllar, onun çilesi değil; entelektüel dirilişinin kaynağı oldu. “Doğu ile Batı Arasında İslam” işte bu gecelerin sessizliğinde doğdu. Hücrede yalnız değildi: Kant da oradaydı, Hesse de, İbn Sina da… Düşünceleriyle hayatta kaldı; okumalarıyla nefes aldı. Ve onu susturmak isteyen rejim, ironik şekilde, fikirlerini tüm Bosna’ya yaymış oldu.
1988’de özgürlüğüne kavuştuğunda dünya değişiyordu. Komünizmin çökmesiyle Balkanlar yeniden şekillenirken, Aliya da tarihin çağrısına kayıtsız kalmadı. 1990 seçimlerinde kurduğu SDA ile Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı oldu. Fakat onun liderliği makamların değil, vicdanın liderliğiydi. Saraylarda oturmadı, debdebe peşinde koşmadı. Bir milletin yok oluşla yüzleştiği en ağır günlerde bile sade, mütevazı ve bir bilge lider olarak kaldı.
1992’de bağımsızlığın ilanıyla birlikte Sırp saldırıları başladığında, çağdaş dünyanın en büyük adaletsizliklerinden biri yaşandı. Demokrasi, Bosna’nın kapısında durdu. Avrupa sustu, ABD seyretti. Bir milyon insan yollara düştü; şehirler yandı; camiler, kütüphaneler, tarihler, hafızalar yok edildi. Ama Aliya, tarihin en kirli dönemlerinde bile intikamı değil ahlakı seçti: “Biz savaş esirlerine kötü davranmayacağız. Çünkü biz onlar gibi olmak istemiyoruz.”
Bu cümlenin yankısı yalnızca savaşın karanlığını değil insanlığın da en parlak anını gösteriyordu. Zulme uğrarken bile zalimleşmeyen bir duruş… İşte Aliya’yı lider değil, bilge yapan buydu.
Bugün Aliya İzzetbegoviç’i anlamak yalnızca Bosna’nın yakın tarihini anlamak değildir. Onu anlamak, zulme karşı direnmenin ahlaki zeminini, özgürlüğün bedelini, gücün en gerçek tanımını, inancın insanı nasıl ayakta tuttuğunu ve siyasetin vicdansızlaştığı zamanlarda vicdanın nasıl bir siyaset olduğunu anlamaktır. Aliya’nın ardında bıraktığı şey bir cumhurbaşkanlığı değil; bir vicdan, bir gönül mirasıdır.
Bosna’nın topraklarında bugün hâlâ onun ayak izleri bulunur; şehit mezarlıklarının sessizliğinde onun duası, Mostar’ın yıkılıp tekrar onarılan köprülerinde onun derdi, Saraybosna’nın her sokağında onun vakarı dolaşır. Aliya artık bedenen aramızda değil… Ama Bosna’nın sabah ayazında hâlâ yankılanan o ses, bize insan olmanın en onurlu hâlini fısıldamaya devam ediyor.
“Ölmeye hazır olanlar, özgür insanlar.” Ve Aliya, bu cümlenin yalnızca sahibi değil, yaşayan örneği olarak tarihin vicdanına çoktan altın yaldızlarla kazınarak yerini aldı.
Sonuç
Aliya İzzetbegoviç’in hayatı, bir milletin dramını aşan; insanlığın ortak vicdanına yazılmış bir çağrıdır. O, bize yalnızca savaşın karanlığında nasıl direnileceğini değil, barışın aydınlığında nasıl durulacağını da öğretti. Zulme karşı durmanın öfkeyle değil adaletle, düşmanlığa karşı çıkmanın nefretle değil merhametle mümkün olduğunu gösterdi. Bugün dünyanın dört bir yanında çatışmalar sürüyor, şehirler yıkılıyor, masumlar hayata tutunmaya çalışıyor. Bu karanlık çağda Aliya'nın sözleri, sanki insanlığın yeniden aydınlık yolunu bulması için bırakılmış bir pusula gibi önümüzde duruyor.
Onu anlamak, yalnızca Bosna’yı anlamak değil; ahlakın siyasete, inancın özgürlüğe, vicdanın güce nasıl yön verdiğini kavramaktır. Bugün bize düşen, Aliya’nın ardında bıraktığı mirası bir hatıra olarak değil; bir sorumluluk, bir çağrı, bir insanlık görevi olarak anlamak olmalıdır. Çünkü o, yaşadığı tüm acılara rağmen dünyaya son nefesine kadar aynı mesajı verdi: “İnsanı yaşat ki insanlık yaşasın.”
Kim bilir, belki de bu yüzden, Balkan rüzgârları ne zaman sarp dağların üzerinden geçse, Bosna’nın sisli vadilerinde hâlâ aynı ses duyulur: “Aliya hâlâ burada… Çünkü onun örnek olduğu insani değerler hâlâ yaşıyor.”
Mekanı cennet olsun. Nur içinde yatsın.
Saygılarımla
Prof. Dr. Ayhan ERDEM – Köşe Yazarı
aerdem@gazeteankara.com.tr
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Gazete Ankara Dijital Haber Portalı
YORUM YAP